İsmailî düşüncesinin kutsal mekanı olan Alamut Kalesi, XI. ve XIV. yüzyılları arasında birçok hükümdarın korkulu rüyası olmuştur. Alamut efsanesi tam olarak 1090 yılında, ünlü İsmailî komutanlarından biri olan Hasan Sabbah tarafından kalenin ele geçirilmesiyle başlar.
Haçlıların taktığı isimle, “Dağların Yaşlı Bilgesi” burayı, beden terbiyesi ve inanç kararlılığının baştacı edildiği gerçek bir mevziye dönüştürdü. Sünni Türk iktidarına karşı efendilerinin sürdürdüğü kutsal savaşta, cephe gerisi için üs konumunda olan kale, başka hiçbir yerde benzeri bulunmayan bir inanç ve kararlılığa sahip fedayinlere evsahipliği yapıyordu. Bu yeri efsaneleştiren biraz da bu tutku olmuştur.
Kuzey İran’ın yüksek arazilerine tepeden bakan bu kartal yuvasından günümüze sadece yıkıntılar kalabilmiştir. Ancak kalıntılar, az sayıda araştırmacının ilgisini çekmekle birlikte, buradaki gezi yollarında şansını denemek isteyen her meraklı gezgin için gizemli bir yön de barındırmaktadır. Hava karardığında, geçmişte iki bin fedayin’i coşturan mistik hayranlık daha da iyi anlaşılıyor. Bugün, bu yerin simgesel ağırlığı hâlâ hissedilebiliyor.
Elburz sıradağlarının batı yamaçlarında, 2000 metreden yüksek bir noktada yer alan küçük Kazor Han köyünün alt tarafında bulunan kale, en büyük kenti Kazvin olan geniş çorak ovaya hakim durumdadır. Kazvin, ünlü İpek Yolunun yanısıra, Tebriz ve Hemedan kentlerinden gelen Hazar yolları (Hazar, Kazvin’in latincedeki karşılığıdır) için kavşak noktası olmanın yanı sıra Azerbaycan ve kuzey-batıdan gelen ticaret yolları için de zorunlu bir geçiş noktası konumundaydı. Bu kent, Selçuklular döneminde (1051-1220) tartışılmaz bir ekonomik gelişme göstermiştir. Aynı dönemde, buradan sadece birkaç metre uzaklıkta, ünlü Hasan Sabbah Türklere karşı kutsal bir savaş yürütmekteydi.
Günümüzde, Tahran’ı Kazvin’e bağlayan yol üzerinde birçok çimento fabrikası, beton silosu ve çeşitli fabrikalar bulunmaktadır. Tahran kentinin sanayi bölgesi, kentin bu tarafına doğru önlenemez bir şekilde genişlemektedir. Durum böyle olunca, Kazor Han köyüne gitmek için bir “savari”ye binip hareketli Kazvin kentini terk etmeye başlayınca, bambaşka bir dünyaya adım atmış gibi oluyorsunuz. Yol, ay yüzeyine benzeyen bir manzara eşliğinde kıvrılarak yükseliyor. Seyrek bitki örtüsü arasında sağda solda birkaç deve oturmuş dinleniyor. Kızıl renkli balçık toprak çok ağır ve ayağa yapışıyor; doruklarında erimeyen karlarıyla dağlar insanı büyülüyor. İşte kale, böylesine kimsesiz bir yerde, rüzgârların yaladığı yamaçların üstünde ulaşılmaz bir kayanın tepesine kurulmuştur. Alamut bu manzarayla adeta özdeşleşmiş; dağın engebeleri içinde ancak görünebilen kale, dağın içinde birden kayboluveriyor.
Alamut’un küçük köyü, iki dünyanın coğrafik olduğu kadar tinsel yol ayrımında da bulunuyor. Gerçekten de Alamut, ovayla dağların arasında bulunan ekonomik kavşağın çok yakınında bulunmakla birlikte, aynı zamanda da Yer ile Gökyüzü arasında bulunan küçük bir yeryüzü cenneti parçasıdır. Hasan Sabbah burada, anahtarları sadece kendisinde bulunan muhteşem bir bahçe oluşturmuştu. Bu bahçe, meyve ve çiçek bolluğu ve zenginliğinin yanısıra, bütün Ortadoğunun en muhteşem sarayını da içerisinde barındırma ayrıcalığına sahipti. Dağların Yaşlı Bilgesi, buraya sadece en yiğit savaşçılarının girmesine izin veriyordu. En önemli görevleri, ülkedeki müslümanlara Bağdat halifelerinin öğretisini zorla dayatmaya çalışan Selçuklu Türklerin ilerleyişini durdurmaktı. Bir yıldan kısa bir sürede, bu direniş imparatorluğu darmadağın etmiştir. Alamut, erişilmezliğiyle, İsmailîlerin müstahkem mevkii olarak kabul edilmiştir.
Hasan Sabbah 1124 yılında ölür, ancak öncüsü olduğu hareket yok olmaz. Siyasal direniş hareketinin başına geçen halefi, Alamut müstahkem mevkiinde, 8 Ağustos 1164’te kanun hakimiyetini ortadan kaldırır ve tek önceliği, örnek insanda tanrısal olanın görünür yüzünü hayranlıkla seyretmek, ölümlü dünyada tanrısal bir yaşam sürmek olan bir cemaatin temellerini atar. Fransız filozofu ve Şiilikle ilgili konularda uzman olan Christian Jambet, Alamut İsmailîlerinin mesihçiliğinin ve ayinlerinin etkisiyle birlikte yeni bir ahlağın, müminlerden oluşan cemaatte yeni bir özgürlük biçiminin oluşumuna yol açtığını iddia eder. Terörizmin beşiği ya da hoşgörü önermesi olarak, Alamut’un fedayinleri günümüzde de dinsel tartışmaların konusu olmaktadır.
Kale 1256 yılında, Cengiz Han’ın torunu Hülagû tarafından ele geçirilmiş, yıkılarak yakılıp küle çevrilmiştir. Geçmişin ihtişamından bugüne sadece kalıntılar kalmış olsa da, tarikatın ruhu, kalenin payandalarında hâlâ yaşamaya devam ediyor. Alamut’un dağ köylüleri ataları olan haşhaşîlerin yaşamlarından ders çıkarmayı sürdürüyorlar. Alamut’taki evlerin kapalı evrenlerine dalarken, yaşlı bilge Hasan Sabbah’ın mirasının etkisini kolayca hissedebilirsiniz. Bölgede otel sayısı çok az ve evlerden gelen bu içten davetler size çok daha cazip gelecektir. Gece boyunca, geçmişin unutulmaz kahramanlarına ilişkin en inanılmaz efsaneler size anlatılacaktır. Yalnız kalmayı seven gezginler için, Uan Gölü çevresindeki alanlar çok uygundur. Gölün sazlarla kaplı kıyısında, çölü andıran muhteşem dağların yamacında çadırını kurmak, insanı içe dönüşe ve dinginliğe davet ediyor. Bu anı taçlandırmak için, Vladimir Bartol’un romanını okumanızı tavsiye ederiz. XIX.yüzyılın başlarında yaşayan Sloven yazar, macera anlatımıyla şiiri, siyasal düzen hakkındaki felsefi düşüncelerle eğlenceli küçük öyküleri eserinde çok güzel harmanlamaktadır.
Arkeologların Alamut Örenyeriyle ilgili düşünceleri Alamut sözcüğünün kökeni : Sözcüğün kökeni hâlâ belirsizdir. Ancak öne çıkan bir anlamı vardır ki o da “kartal yuvası”dır. Aslında, bu sözcüğün ilk yarısı olan “Al”, bölgesel lehçede “kartal” anlamına gelmektedir. İkinci yarı “Amut”, “bilmek” fiilinden türemiştir.
Efsaneye göre Daylam (Deilam) hükümdarlarından biri, kalenin inşaasına bir kartalın uçuşunu izleyerek karar vermiştir. Avlanırken yanındaki kartalı salar ve kuş havalanıp dağın zirvesine konar. İşte kale bu tepeye inşa edilmiştir. “Ale Amoukht” zamanla “Alamut”’a dönüşmüştür.
Alamut arkeolojik kalıntıları iki ana bölümden oluşur. Üst kısımdaki bölüm, buradaki odaların bolluğundan hareket eden tarihçilere göre, ikamet amaçlı kullanılmaktaydı. Aşağıda kalan bölüm ise, asıl kale sınırlarının dışında kabul edilebilir. Bunun dışında, kalenin çevresinde ise zanaatkârların atölyeleri ve imalathanelerden oluşan bir yerleşim de sözkonusuydu.
Kale, geleneksel olarak Hicrî V. ve VII.yüzyıl mimarisine uygun olarak inşa edilmiştir (İsmailî, Safevî ve Kaçar geleneği olarak devam eden mimari). Buna benzer bazı ayrıntıları Heydrieh Medresesi, Kazvin’deki Cuma Camii ve İsfahan’daki Cuma Camii’nde de görebilmemiz mümkündür. Kalenin bazı bölümleri daha da eskidir ve muhtemelen Selçuklu ve İlhanlı dönemine kadar uzanmaktadır.
Kalenin içindeki taşlıklı yolun yönü, burada hangi bölümlerin bulunduğunun bize ipuçlarını veriyor. İkamete ayrılan bölümün en büyük odası 800 metrekare genişliğinde ve 18 metre uzunluğunda; ve kuzeybatı, guneybatı ve güneydoğuya yönelik üç gözetleme kulesini birbirine bağlamaktadır. Odaların büyük bir kısmı tuğlalarla inşa edilmişti. Haç ya da yıldız şeklinde olan bu tuğlalar, muhtemelen turkuvazla süslenmiş ve üzerilerine çeşitli resimler çizilmişti. Burada kullanılan mimarinin görkemi, Alamut’ta gerçek bir sarayın varolduğunu ve dolayısıyla hükümdarının da bölgede siyasal olarak çok güçlü bir onumda olduğunu gösteriyor. Kalede yer alan büyük depo yaklaşık 11/45 metreküp su biriktirebiliyordu. Günümüze ulaşan yazılardan, suyun kaleye komşu ırmaklardan getirildiğini anlıyoruz. Çatılara yerleştirilen ve yer yer kayaya oyulan oluklardan yağmur suyunun ayrıca toplandığını anlıyoruz. O dönemde kullanılan zindandan günümüze çok az kalıntı kalabilmiştir. Kalenin giriş merdivenlerinin resmi Javame-Altavarikh’in minyatür kitabında çizilmiştir. Merdivenin basamakları atların buradan çıkabilmesi için bu şekilde geniş yapılmıştır. Merdivenin, kayaya oyulmuş ve kuzeyden güneye yönelen 25 metre uzunluğundaki bir kısmı gün ışığına çıkarılmıştır. Doğu yönünde altı ve batı, yani vadi yönünde olmak üzere üç gözetleme odası bulunmaktadır.
Özellikle Hasan Sabbah’ın yaşadığı dönem arkeologların ilgisini çekmektedir. Gerçekten de Dağın Yaşlı Bilgesi, gizemle çevrili bu yeri, astronomi ve tıp gibi değişik bilim ve sanatların icrasına ve özellikle de çok sayıdaki fedayinini eğitmek amacına uygun bir şekilde düzenlemiştir.
Elodie Bernard (Elodie Bernard’ın İran’ın “La Revue de Teheran” Dergisinin Eylül 2006 sayısında yayınlanan yazısı Osman SOYSAL tarafından Fransızcadan çevrilmiştir.)