Dilimizin süsü deyimler, azıcık eşeleyince ortaya çıkan hikâyeleriyle, tarihe not düşülen olayları ve geçmiş zaman âdetlerini ele veriyor.
Bir dildeki anlatımı incelten, hitabeti süsleyen bu sözcük öbekleri, kültürlerin ne denli gelişip serpildiğini gösterir. Tıpkı insan ömrü gibi hayat süren deyimlerin bazısı asırlardır canlılığını korurken, bazısı mahdut bir zaman diliminde sıkışıp kalmıştır. Günlük dilde farkında olmadan sarf ettiğimiz cümleler, iki laf arasına sıkıştırıverdiğimiz bu güzel mecazlar ve deyişlerle dolu. Bu kelime öbeklerini merak edip ve özüne doğru bir yolculuk yaptığımız zaman ise ya önemli bir tarihî anekdot ya da kadim bir gelenekle karşılaşıyoruz. Sözlü kültürün meyvesi hükmüne geçen deyimler, mutlaka tarihî bir geleneğe, akıllara kazınan tarihî bir hadiseye sırtını yaslar. Dikkatle bakınca, bu kullanımların genellikle Türk-İslam kültürünün incelerek en yüksek noktaya ulaştığı İstanbul hayatı ve kültüründe ortaya çıktığı görülüyor. İşte Çilem Tercüman’ın kaleme aldığı ‘İstanbul’un 100 Deyimi’ kitabından faydalanarak hikâyesini öğrendiğimiz birkaç deyim...
Ateş pahası
Türkçede ederinin çok üzerinde bir fiyatı tasvir etmekte kullanılan bu deyim, Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar uzanıyor. Yüzyıllardır dillere pelesenk olan bu deyimin hikâyesi şöyle: Sultan Süleyman, maiyyeti ile birlikte ava çıkar. Peşine düşülen hayvanı ararken, bugün İstanbul’un Halkalı semtine tekabül eden mevkide müthiş bir sağanak başlar. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, sultanı iliklerine kadar ıslatmıştır. Karşısına gelen ilk eve sığınmak durumunda kalan heyet, evini açtığı ve ateşi ile ısıttığı için ev sahibine müteşekkirdir. O sırada, ellerini ateşe doğrultup ısınmaya çalışan sultanın dudaklarından ‘Şu ateş bin altın eder’ cümlesi dökülür. Ertesi sabah yağmur dinince, yola koyulmak üzere hazırlanan Kanuni, borcunu sorar. Ev sahibi tereddüt etmeden ‘Bin altın’ der. Bu fiyat karşısında şaşkına dönen padişahın, ateş karşısında söylediklerini hatırlatan adam, konak ücretinin bin altın olduğunu tekrar eder. O zaman bu zaman, ‘ateş pahası’ deyimi de ederinden fazla istenen ücret için kullanılmıştır.
Dingo’nun ahırı
İstanbul’a elektriğin geldiği 1914 yılına kadar kullanılan atlı tramvaylar, kent ulaşımı için vazgeçilmez bir unsurdu. Şişhane yokuşu üzerinde bulunan ve Dingo isimli bir Ermeni tarafından işletilen ahır da tramvayların çekici gücü atların barınağı idi. Ana güzergâh üzerine bulunan Dingo’nun ahırı gün içinde arabalara koşulacak atların bağlandığı ve dinlendiği yer olduğundan her daim hareketli bir mahal oluyordu. Bu sebepten giren çıkanın belli olmadığı veya önüne gelenin girdiği bu yerlere bugün argo tabirde ‘Dingo’nun ahırı’ deniyor.
Goygoyculuk yapmak
Eski devirlerde muharrem ayı gelince, dilenciler ilahiler okuyarak kapı kapı dolaşıp mahallenin varlıklı eşrafına el açarmış. Ev sahipleri karşılarına geldiği zaman gülbank çekerek, ardından hep beraber ‘Ya hoy goygoy’ diyerek bir terane tuttururmuş. Sonra toplanan zahire ve erzak, pay edilirmiş. Mahalleli etrafında toplanan bu dilenciler çıkardıkları garip seslerden ötürü goygoycu olarak çağrılırlarmış. Goygoycu günümüzde gevezelik ve boş laflarla insanları meşgul eden kimseler için kullanılıyor.
Çapulcu
Vaktiyle İstanbul itfaiyesine memur edilen kimseler, halkın arasından, tabiri yerindeyse bir baltaya sap olamamış kişiler arasından seçilirmiş. Ardından bu kişiler belirli bir eğitime tabi tutulur ve tulumbacı teşkilatına aza edilerek topluma kazandırılırlarmış. Fakat tüm bu eğitim ve terbiyeye rağmen eski alışkanlıklarını terk edemeyen bazıları ise, gayri ahlaki durumlarda bulunur, yangın yerinden hırsızlık yaparmış. Tespit edilenler o semte bir daha ayak basamazmış. Bu gibilere yağmacı anlamında ‘çapulcu’ denilirmiş. Askeri bir teşkilat olan tulumbacılar içinde bulunan ve tüm gün bağırıp çağırmaktan başka bir iş yapmayıp, su bile taşımayan çapulcular yüzünden yangınlar azalacağı yerde artarmış. Günümüzde bu deyim, işsiz güçsüz ve dirliği düzeni bozan kişiler için kullanılıyor.
Dolap çevirmek
Eski devrin kadim yapıları ahşap konaklardır. Bu yapılarda haremlik ve selamlık olarak ayrılan bölmenin arasında bulunan dolaplar, o devirde ev içinde haberleşme ve alışveriş açısından büyük bir önem taşıyordu. Zira kadınlar tarafı olan haremlik ile erkekler tarafı olan selamlık arası kapalı olduğu için iletişim de her iki tarafa açılan bu dolaplar vasıtasıyla sağlanıyordu. Silindirik yapıda ve bir mil vasıtasıyla çevrilen dolaplara yemeklerden, önemli evraka kadar her şey konuyor ve karşı tarafa aktarılıyordu. Konağın erkek ve kadın hizmetlileri ev sahiplerinden habersiz ve gizli bir alışverişte bulunuyorlarsa, ‘Ne dolaplar çeviriyorsunuz?’ ithamına maruz kalıyorlardı.
Hapı yutmak
Kötü bir duruma düşme halini anlatan bu deyim de yine bir padişah menkıbesine dayanıyor. Zararlı maddelerin kullanımını yasaklayan Sultan IV. Murat, Hekimbaşı Emir Çelebi’nin afyon kullandığı haberini almıştır. Derhal huzuruna çıkarılmasını emreden hünkar; hem tebasını sınamak hem de iyi bir ders vermek ister. Çelebi hiçbir şeyden habersiz kuşağındaki afyonlarıyla gelir. Fakat Sultan, durumun farkındadır ve onunla bir satranç oynamak ister. Oyunun orta yerinde kuşağı çıkarmasını emreder Padişah. Hekimbaşı afyon haplarını satranç tahtasının üzerine koyduktan sonra Sultan’la arasında şöyle bir konuşma geçer:
-Ne yapıyorsun bu afyon haplarıyla?
-İlaç niyetine hastalara veriyorum.
-Zararı yok mudur?
-Yoktur hünkarım.
-Öyleyse yutmaya başla bakalım.
Utancından tüm hapları yutan Hekimbaşı, ‘Allah devletimize zeval vermesin’ dedikten sonra çok geçmeden ölür.
Kabak başında patlamak
Su kabağı bitkisinin içi oyularak şişe amacıyla kullanıldığı devirlerde, Galata meyhanelerinde, yine bu tür kabaklar ağzına kadar şarapla doldurulup satılırmış. Gayrıresmi meyhaneleri basan zabıtalar ve bekçiler, içerideki fıçıları devirip şarap dolu kabakları patlatırlarmış. Bu sırada etrafa savrulan kabaklar da meyhaneci ile miçolar veya araya giren müşterilerin başında patlarmış. Bu deyim, birçok kişinin hakettiği bir cezanın bir kişinin üstüne kalması anlamını taşıyor.