Gönderen Konu: Tarihin Yükünü Sırtında Taşıyan Kutlu Hayvan  (Okunma sayısı 6056 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı peperuda

  • Tam Üye
  • ***
  • İleti: 399
  • Insan arzuyu fikir zanneder.
Savaşı spor haline getiren, sporu en güzel eğitim aracı bilen Türk cengâverlerinin, Çağlar boyu kazandıkları her zaferde canlan kadar aziz bildikleri atların büyük hissesi vardır. Türklerin at üstünde geçen zinde, hareketli ve heyecan dolu hayatını bin yüz kusur yıl önce Fazilü’l Etrak risalesiyle Cahiz veciz şekilde şöyle dile getirmiştir: “Türk’ün savleti şiddetli, azmi vekarlıdır. Atı hiç tetiğini bozmayarak düşman üzerine alabildiğine gider. Düşman korkusu nedir bilmeyen ve sırası gelince hayatını feda etmekten kaçınmayan Türk, atın, böyle alıştırmıştır. Atını bir defa çevirse bile al dönmez, bilakis doludizgin gider. Meğerki birkaç defa zorlasın. Türk ordusuyla mukayese edebilecek diğer bir ordu yoktur. Engebeli yerlerde Türk, atın, düz yerden daha süratli sürer. Hayvanlardan birini dinlendirmek isterse yere basmadan diğerine geçer.”

Destanlarımızda, kahramanlar atlarıyla birlikte anılırlar. Bu atlar efsaneleşmiş varlıklardır. Kanatlanıp uçarlar, aşılmaz hendekleri bir çırpıda aşarlar, yaralanan, bayılan kahramanlarının başından ayrılmazlar. Hz. Ali’nin Düldül’ü, Battal Gazi’nin Aşkar’ı, Sarı Saltuk’un atları, Köroğlu’nun Kırat’ı halk inancında asırlardan asırlara intikal eden hep aynı atlardır. Türk milletinin inancında kahraman atlar, kahraman binicileriyle birlikte doğar, büyür ve sır olurlar.

Milattan önce üçüncü yüzyılda Çin’in kuzey sınırlarında cengâver bir kavim belirdi, Bunlar at üstünde savaşıyorlardı. Başlarında kürkten yapılmış sivri uçlu börkleri, sırtlarında yırmaçlı kaftanları, bacaklarında geniş paçalı çarkışları ve ayaklarında uzun konçlu çizmeleriyle, atlarının üzerinde olanca heybetiyle boy gösteren bu insanlar sadece ilerlerken değil, geri çekilirken de hayret edilecek bir ustalıkla vücutlarının üst kısmını geriye döndürerek ok atıyorlardı. Çinlilerin Hiong-nu adıyla andıkları bu atlılar Türklerden başkası değildi.

At’ın Orta Asya’da evcilleştirilmiş olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Türkler tarih sahnesinde atla birlikte çıkmışlar ve hayatları at sırtında geçmiştir. At’ı bir savaş aracı haline getirerek hayatlarının bir parçası durumuna sokmuşlardır.

Onuncu yüzyılda aşağı Seyhun boylarıyla onun kuzey ve kuzeybatısında yaşayan Oğuz Türklerini ziyaret eden bir Müslüman elçisi, “onların varlıklı olduklarını, aralarında on bin at ve yüz bin koyuna sahip olanların bulunduğunu” yazar. On üçüncü yüzyılda Orta-Asya’da seyahat eden Avrupalı bir rahip: “Burada o kadar çok at var ki dünyanın geri kalan kısmında bu kadar at bulunduğunu sanmıyorum” demiştir. Bundan dolayı onuncu yüzyıldaki İslam müellifleri, Hind hükümdarını “fillerin meliki”, Çin fağfurunu “ev eşyalarının meliki’’ Rum imparatorunu “iksirin meliki”, Türk Hananını da “binitlerin meliki” şeklinde vasıflandırmışlardır.

Macar tarihçisi Alföldi, Türklerin at’a olan ünsiyetlerini şöyle dile getirmektedir : “Daimi şekilde harbe hazır olma, hayrete şayan hareket kabiliyeti ve sürati, süvari tekniğinde büyük maharet, Türklere, değil toprağa bağlı Germenler, yüksek kültürlü Romalılara karşı bile askeri üstünlük temin etti”

Yılmaz Öztuna’da atın Türkler için ehemmiyetine şöyle işaret etmektedir:
“Türkler tariklerinin fecrine atlı kavim olarak çıkmışlardı. Adeta mevcudiyetlerini ata borçlu idiler. Dünya’nın üstün atlı kavmi idiler Türkler atlanmamış olsalardı, akrabaları Finler gibi ancak XX. asırda istiklale kavuşabilmiş mütevazı bir ırk halinde katırlar, tarihçilerin değil, etnografların tetkik mevzuu olurlardı. Cihan devleti, büyük devlet, hatta devlet kurabilmeleri imkânsız hale gelirdi. At olmaksızın Pasifik’te Orta Avrupa arasında daha milattan önceki asırlarda dünyanın en geniş imparatorluklarına sahip olmaları mümkün müydü? Dünyanın en mükemmel piyadeleri olan Roma, Bizans, İran, Çin ordularını alt edebilmeleri kabil miydi?”

Yüce Beyan’da ve Peygamber Efendimizin (a.s.m) hadis-i şeriflerinde, at ve cihad ile alakalı olarak şöyle buyrulmaktadır:

“Siz de onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.’’ (Enfal /60).
“Savaş (cihad) atının alnına dökülen perçeminin her buklesinde hayır bağlıdır” (Buhari 8.cilt s. 307).

Böylece atın ehemmiyetini çok iyi kavrayan müslümanlar dünyanın en soylu ve en güzel atlarını yetiştirmişlerdir.

Hz. Ömer zamanında 32.000 asil arap atı tam teçhizatlı ve hizmete hazır vaziyette ordunun elinde bulunuyordu. O devirde dünyanın hiçbir devleti bu donanıma sahip değildi. Hz. Ömer Medine’deki atların mesuliyetini bizzat kendi üzerine almıştı. Medine’den dört konak mesafede atlar için meralık araziler ayrılmıştı. Bu atların kabalarına “Ceyş fi sebilillah—Allah yolundaki ordu” damgası vurulmuştu.

Osmanlı’larda olduğu gibi Selçukluklarda da sipahi (süvari) ordunun esasını teşkil ediyordu. Bundan dolayı ata verilen ehemmiyet fevkalade idi.

Muharebe atı 5 yaşında savaşa talimli hale ve mükemmel duruma gelirdi. Türk atı 12, Arap atı 15 yaşına kadar muharebede iş görür, 31 yaşına kadar ancak muharebe dışında kullanılabilirdi. İyi bir at sabahtan öğleye kadar durmaksızın koşar ve 15 fersah (doksan km) yol alabilirdi. Fakat ah bir saat koşturup bir saat dinlendirmek en iyi şekildi. İyi yetiştirilmiş, şecereli atlar fevkalade kıymetli idi, şahane hediyelerdi. İyi bir Türkmen atı 100 dinar (1973 rayiciyle 500. 000 TL) idi, fevkalade şereceli bir Türkmen atı 300 dinardı (1973 rayiciyle 1. 500.000TL). Ortalama bir at 400 koyuna değiştirilirdi. 7 dinara (1973 rayiciyle 3.500 TL.) binek atı da vardı. Tarihte bir tek atın 10.000 dinara (1973 rayiciyle 50 milyon) satıldığı da olmuştur. Bunun tek misalini de Nahcevani’nin “Tecribu’l Selef’‘inde görmekteyiz. İyi bir attan değerli bir nesne yok gibiydi. At o kadar itibarda idi. Milli savunma ve haberleşme gibi, ulaştırmada yani bir devleti ayakta tutan unsurlar doğrudan doğruya ata bağlı idi.

Evliya Çelebi Seyahatnamesinde, Mohaç savaşında Osmanlı ordusunda 166. 000 atlının bulunduğu, bu miktarın XVI yüzyılda 200 000’e çıktığını belirtmektedir.

Osmanlı Devletinde at yetiştiriciliği çok ileri bir durumdaydı Ve atın ordudaki ehemmiyeti nedeniyle at yetiştiriciliği devlet eliyle destekleniyordu. Nitekim XV. ve XVI. yüzyıllarda henüz Avrupa’da haralar kurulmamışken, Osmanlı devleti çeşitli vilayetlerde Hayvanat Ocakları kurmuştu. At sevgisinin ve yetiştiriciliğinin çok gelişmiş olduğu bu dönemde, Türk atları dünyanın en tanınmış atlan arasında yer alıyordu. XIV. XV. ve XVI. yüzyıllarda Orta ve Doğu Avrupa ile Balkan ülkeleri Türk atlarını damızlık olarak kullanmış, mesela Macaristan’ın bugün dünyaca ünlü at soyları Türk atlarından kan almıştır.
Geniş imparatorluğun bütün tebaasını, teşkilatının büyük—küçük bütün müesseselerini, hak, hukuk ve adalet esaslarına göre kanunnameler yaparak idareyi en esaslı “prensip” saymış olan Osmanlı Devleti, At Çekenlerin de kanunnamelerini yazdırıp tahrir defterleri meydana getirmiştir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m)in Hayat-ı Seniyelerinde gördüğümüz at yarışlarını, daha sonra Selçuklu ve Osmanlı’larda da görmekteyiz. İngiltere’de ilk at yarışı 1603, Fransa’da 1776’da yapılmışken, Osmanlı Türklerinde at yarışlarına ilişkin ilk yazılı belgeler Orhan Gazi dönemi ve 1326 tarihini taşımaktadır. Cirit, top ve çöğen gibi atla oyunlar Anadolu’da en sevilen spor ve eğlenceler arasında yer alır.

Çeşitli kaynaklarda, Karacaahmet’de bir de “at mezarlığı” bulunduğu söylenir. IV. Murat’ın cenaze töreninde de, kendisinin savaşlarda bindiği üç at, ters eğerli olarak tabutu arkasında götürülmüştür.

Cihadın sembolü haline gelen at, Türk edebiyatında ve folklorunda ehemmiyetli bir yere sahiptir. Türk halk edebiyatında, masallarda, türkülerde, ninnilerde, manilerde ve atasözlerinde bu asil hayvan çok önemli bir motiftir.

Padişahlarından “at sırtından inmiyesüz” mesajım alan kutlular ordusunun yiğit cengaverleri, hayatlarının yegane gayesi olan “İla’yı Kelimetullah—Allah adının bayraklaştırılması” hedefini gerçekleştirmek için dünyanın dört bir yanına, o yılma bilmeyen, ancak çatladığı zaman yığılıp kalan, vefakar hayvanlarla gitmişlerdir.

Ukbe bin Nafi, gönlünde iman, aşk ve heyecanıyla Kuzey Afrika’yı baştanbaşa fethetmiş, karşısına koca okyanus çıkınca da gaza düşüncesinin sembolü olan atını dizginleyerek “şahit ol ya Rab, önüme deniz çıkmasıydı senin adını daha ilerilere, daha da ilerilere duyuracaktım” demişti. T. Sultan Beyazıt, “yıldırım” unvanını fetihten fetihe koştururken altında çatlattığı atlardan dolayı almıştı. Genç Hakan Fatih de bir karanlık çağın üzerine atıyla yürüyerek, bir a3’dmlık çağı başlatmıştı.

Bizler ise bugün, dillerimizde “akıncı türküsü”, ışık atlılarının gelip etrafı aydınlıklara gark edeceği günleri beklemekteyiz.

Atlastan cepkenli yiğit akıncı!
Dönmedin geriye bunca yıl oldu.
Gözlerim yollarda ruhumda sancı,
Elimde güllerim buruşup soldu.
Ger dizini artık şahlansın atın!
Ger ki, vaat edilen günler pek yakın!
Ufukta bahar var, unutma sakın,
Zulmet silindi her yöre nur oldu.

Kaynaklar
l.Büyük Türkiye Tarihi. Yılmaz Öztuna c. 8.5. 255.
2.Türk Tarihinde Binicilik. Prof. Dr. Faruk Sümer ilgi sayı 3. yıl 85.
3. Naima Tarihi, cilt 3. 5. 429.
4.Meydan Larousse. e. 1. s.790.
5.Tarihte Türklük. Rasonyi. 5.68—9.
6.Hz. Ömer ve Devlet idaresi. Şibli Numani. e. 2.s.145.
7.Ata Sporumuz Atlı Cirit Oyunu. Fevzi Halıcı. Milli kültürl-laz./80.
8. SelÇuklu Askeri Teşkilatı. M.A.Köymen 5. 67—9.


İbrahim REFİK   (Sızıntı)
''Gidin, yeter ki ulaşamadığınız tek bir mahsun kalmasın....''

Tags: