Gönderen Konu: Mesnevî nedir?  (Okunma sayısı 5163 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı peperuda

  • Tam Üye
  • ***
  • İleti: 399
  • Insan arzuyu fikir zanneder.
Mesnevî nedir?
« : 23 Kasım 2012, 12:57:38 »
Bir menkıbede Sadreddin Konevî ile Mevlânâ Celaleddin Rumi arasında şöyle bir konuşmanın geçtiği anlatılır: Konevî, Mevlânâ'ya sorar: “Üstad! Nasıl oluyor da en zor bahisleri bu kadar basit bir üslupla anlatabiliyorsun?” Soruya Mevlânâ başka bir soruyla cevap verir: “Esas sana şaşmak lazım! Nasıl oluyor da böyle basit bahisleri böyle zorlaştırabiliyorsun?”
Konevî'nin üslubuna aşina olanlar, onun üslubu hakkında menkıbede söylenenlerin doğru olabileceğini bilirler. Tasavvuf tarihinde ‘hakim-sufi' diye kabul edilmiş Konevî, düşünce tarihimizin en çetin metinlerini üreten düşünürlerin başında gelir. Bizi tereddüde düşürmesi gereken esas söz Konevî'nin sözleri ile Mevlânâ'nın ikrarıdır. Acaba Konevî, sıradan bir Mesnevî okurundan beklenebilecek yüzeysel bir değerlendirmeyle Mevlânâ'yı ‘çetin' bahisleri anlaşılabilir kılan bir ‘söz üstadı' olarak tavsif etmiş olabilir mi? Hakikati idrakin güçlüklerini bilen bir insanın yakın dostu hakkında böyle bir değerlendirmeye sahip olabilmesi inandırıcı gelmiyor!  Konevî ile Mevlânâ eserlerinde aynı hakikatten söz etmişlerse -ki böyle olduğu kesindir- her ikisinin eserlerinin anlaşılması aynı derecede çetin olmalı ve aynı gayrete gerek duymalıdır.

Mevlânâ, eserlerinde şiir ve hikâye dilini kullanmıştır. Bilhassa Mesnevî'deki üslubu belirli bir ifade kolaylığı sağlamış görünür Mevlânâ'ya. Böyle bir üslubu benimsemiş olması, hiç kuşkusuz, eserin ‘irşad' amacıyla yazılmış olmasıyla yakından alakalıdır. Bu durum ona mahsus bir durum da değildir. Tasavvuf zamanla bir nazariye geliştirmiş olsa bile, önce bir terbiye ve adap ilmi olarak ortaya çıkmış, nazari gelenekleri takip edemeyen insanlarla irtibat kurmada serbest bir dil ve üslup geliştirmiştir. Tasavvufun bu dili üzerinde geçmişte ve günümüzde çeşitli spekülasyonlar yapılmış, hakikatin anlatılamaz olmasıyla remizlerle örülmüş bir dilin tercihi arasında bir bağ kurulmuştur. Pek çok kişiye göre sufiler ifade edilemez bir hakikate ulaştılar, onu hikâyeler, remizler, sembollerle ‘gizlediler'. Böyle bir değerlendirme doğruysa, o zaman şu sorunun cevabını bulmamız lazım: Bir hakikat üzerinde anlatılan hikâye veya söylenen remiz, o hakikat hakkında bize ne söyler? Bu sorunun cevabı İslam düşünürlerinin ‘hakikat' ile ilgili tasavvurlarıyla doğru irtibat kurmada hayati önem taşır. İslam düşünürleri hakim gelenekler itibarıyla hakikatin ulaşılabilir, ifade edilebilir olduğunu düşünmüşlerdi. Bu bahiste özellikle akla yönelik eleştiriler olsa bile, bu eleştiriler -sofistlerdeki gibi- hakikatin idraki veya ifadesiyle ilgili değil, ona ulaşmanın yöntemi ve araçlarıyla ilgiliydi. Bilhassa vahyi bilgi kaynağı olarak görmek, akıl eleştirilerinin temelindeki refleksi teşkil eder. Sufiler bu eleştiriye insanın ahlakî tekâmülünü de ekleyerek, hakikat ile birden çok idrak aracıyla irtibat kurmamız gereğine dikkat çekmişlerdir. Öyle görünüyor ki, sufilerin hakikat karşısındaki tavırları hakkında insanları en çok yanıltan şey, insan acizliği ve hayret makamıyla ilgili sözleriydi. Sufiler hayretten, idrake ulaşmadaki acizlikten söz etmişler, fakat ‘cehalet'ten kaynaklanan hayret ve acizlik ile marifetten kaynaklanan hayret ve acizliği esasta ayırmışlardır. Bu nedenle kendisine ulaşamadığımız veya anlatamadığımız için hakkında ‘hikâye' anlattığımız ve remizde gizlediğimiz ‘hakikat' fikri İslam düşünürlerine yabancıdır.

Sufiler insanlara hakikate ulaşmanın imkânsızlığını değil, ona ulaşmak için başvurulması gereken kaynakların çokluğunu anlattılar. Onlar ‘Hakikatin bir mertebesi vardır ve o mertebeye ulaşmaksızın hakikati idrak mümkün değildir.' dediler. Bu nedenle sufiler anlamak ile uruc/miraç veya terakki arasında zorunlu bir bağ görmüşlerdir. Hakim Tirmizi'yi hatırlarsak, hakikatin her veçhesine karşılık insanda bir ‘müdrike' vardır ve insandaki müdrike açıldıkça hakikat bize yeni bir yüzünü gösterecektir. Menkıbeye dönersek, bu bakış açısıyla söz gelişi Mevlânâ hakikate ulaşmamızı kolaylaştıramayacağı gibi Konevî'nin ona ulaşmamızı zorlaştırması da mümkün olamaz. Mevlânâ'nın hakikati ‘kolay anlatan' olduğu iddiası, sadece yüzeysel algıdan ibaret olarak Mesnevî'deki terakkimizin önüne geçer ve bizi başka alanlara savurur. Bu nedenle bilhassa Mesnevî olmak üzere, Mevlânâ'yı anlamada ‘terakki' için önce eserinin ne olduğunu anlamalıyız.

Mesnevî: Fıkh-ı ekber kitabı

Mevlânâ, Mesnevî'yi eserin girişinde tanıtır: “Mesnevî” üslubunda yazılmış kitap  “fıkhullahi'l-ekber”dir. Bu itibarla ‘mesnevî' kitabın tarzı ve üslubuyken fıkhullahi'l-ekber onun adıdır. Mesnevî çevirilerinde tabirin “Allah'ın en büyük fıkhı” diye tercüme edilmiş olması, Mesnevî'yi İslam bilim tarihinden kopardığı gibi aynı zamanda ‘hakikati kolay anlatan' kitapla ilgili vehmimizi pekiştirir. “Fıkhullahi'l-ekber”, Allah'ın büyük fıkhı değil, mevzusu -veya maksadı- Allah olan ‘fıkh-ı ekber' demektir. ‘Allah' isminin terkibe dahil edilmesi, fıkhın konusuna veya maksadına işaret eder. Kitabın konusundan sarf-ı nazar edersek, Mesnevî'nin bir fıkh-ı ekber kitabı olduğunu söyleyebiliriz. Tabire böyle bir karşılık verdiğimizde, Mesnevî'yi İslam bilim tarihinde yerleştireceğimiz zemini tespit etmiş oluruz: Mesnevî bir fıkh-ı ekber kitabı olduğu kadar Mevlânâ da ilk örneklerinden birisini İmam-ı A'zam'da gördüğümüz bir geleneğinin takipçisidir.
EKREM DEMIRLI*   -   23 Kasım 2012   ZAMAN
''Gidin, yeter ki ulaşamadığınız tek bir mahsun kalmasın....''

Tags: