Gönderen Konu: Dağ’da kaybolmanın kolay yolları!  (Okunma sayısı 5388 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı GeZGiN

  • Yönetici
  • DoğaKolik
  • *****
  • İleti: 7726
    • insan ve doğa
Dağ’da kaybolmanın kolay yolları!
« : 26 Mart 2013, 10:46:55 »
Dağ’da kaybolmanın kolay yolları! Ya da hayatta kaybolmanın yolları…Dağlar insanı kendiyle hesaplaşmaya zorlar.
Uludağ kış aylarında sisleriyle tehlikeli bir dağ ama biz Ağustos’ta kaybolacağız… Yirmi üç saat yürüyeceğiz. Dağlarda gücün yüzde kırkı psikolojik denir. Dibine kadar kullanacağız.‘Beni burada bırakın ben ölmek istiyorum’ yüz küsur kiloluk birini, ‘geceyi burada geçirelim’ diyen diğerini, ‘yavaş yürüyün’ diye sürekli düdük öttüren ötekini toparlamak için dibine kadar.
Bir minibüsü doldurduk. İstanbul’dan yola koyulduk. Bursa’da İskender dönerimizi ustasından yedik elbette. İyi ki. Sonraki yemek 28 saat sonra olacak…

Rehberin kestirme diye soktuğu ormanda aç susuz on iki saat geçireceğiz, köyde bizi sucuklu yumurtalı güzel bir kahvaltı beklerken. Bulabildiğimiz bir su sızıntısını yaprakla mataraya doldurmaya çabalayacağız. Çamuruna aldırmadan içeceğiz.
Gece on ikide yürüyüşe başlıyoruz. Gün doğarken zirveye ulaşıyoruz. Bir şeyler atıştırıp oyalanmadan inişe geçiyoruz. Ağustos ayı ama sıkı bir rüzgâr var. Ama bir doğa harikası da var: Batıda henüz batmamış kocaman beyaz Dolunay’ı, doğuda yükselen kocaman turuncu Güneş’i seyredip kendimizden geçmiş iniyoruz. ‘Gökte hem güneş hem de ay var’ diyen Neco şarkısı mişli geçmiş yıllardan gelip aklıma düşüyor.
Ama sonrası kâbus oluyor.
Rehber önce küçük hatalarla başlıyor. Zirve yolunu çok ilerde yürüyen başka bir grubun ışıklarından buluyor. Zirveden sonra yine yolu tutturamıyor, vadiye indiriyor. Sonra mecbur sert bir çıkış yapıyoruz. Gruptaki yorgunlar zorlanmasın diye ilk ben çıkıp keşif yapınca, bizden kopmuş giden beş kişiyi uzaklarda görüyorum. Köye giden iki saatlik yolu tutturmuş gidiyorlar. Ama biz tutturamıyoruz. Rehberin bu hatalarla yetinmeye niyeti yok. GPS’ine bakıp kestirme yol var diye bizi ormana sokuyor. Üstelik vadide rastladığımız köylülerin sakın ormana girmeyin demesine rağmen. Ama bunu sonradan öğreneceğiz ne yazık ki!

Girişteki patika hemen kayboluyor. Arıyoruz, dolanıyoruz, patika yok. Orman insan ayağı değmemiş, köylüler odun toplamaya bile gelmemiş. Ben çıkalım demeklerdeyim. Ama yorgun üç kişi, kestirmenin cazibesinde inelim diye tutturuyorlar.
Klişedir ama doğrudur: en kısa yol bildiğin yoldur. Hem de dağda. Zaten dağda demokrasi olmaz. Lider vardır. Ne derse yapılır. Rehber bu üç kişiyi destek edinip devam ediyor. Aslında suç bizde; bu kişi ne rehber ne de lider…
Çamurlu, taşlı, dar, dik, kaygan, yağmur zamanında küçük şelâleler olması çok muhtemel akarsu yolunda inmeye çabalıyoruz. Doğada akarsu yolları yerleşim yerine çıkar denir. Daha doğrusu çıkabilir denir. Ama çıkmazsa da vahimdir. Bize de öyle olacak…
Daha fazla gidemiyoruz, sola kaçıyoruz. Tıkanıyor; dik yamaç. Sağı deniyoruz; kaya duvarı. Ama rehber inatla devam ediyor. Geri dönmek istemeyen üç kişi inelim de inelim ısrarlarındalar. Aramızda Akut’dan bir arkadaş var. Rehbere saygısından müdahale etmiyor olsa gerek. Ama rehber hakkında bir fikri yoktu… Eş durumundan gelmişti.

Serap görmenin çöle özgü olmadığını bu üç kişiden öğreneceğim. Güneş ışınlarına aldanıp ilerde ev var, çeşme var, ötede yol var diyen yeni tanıştığım bu insanlardan. ‘Arkadaşlar bunlar güneş ışığının oyunları olabilir’ diye defalarca uyarmama rağmen onlar seraplarının peşinde inmeye devam ettiler. Gerçi sonrasında, aklı başında kalan üç dört kişi sık ağaçların arasından karşı yamaçta belli belirsiz gördüğümüz büyük kayaları eve benzeteceğiz…

Orman artık ayakta bile duramayacağımız kadar dikleşiyor. Bir tehlike atlatıyorum. Mecbur yarı koşu inerken durmak için el attığım kalın gövdeli ağaç kütüğü devriliyor. Fazla el atmadığım için peşi sıra yuvarlanmıyorum. Ağaçları iyi seçmek gerektiğini biliyorum. İnelimcilerden biri de oturarak inerken arıların yuvasına uğruyor. Yaban arıları sokuyor. Alerjisi de varmış. Neyse ki ilacı varmış.
Artık aşağıyı göremez oluyoruz. Karşı taraftaki kaya duvarından ve aşağıdan gelen kuvvetli su sesinden, bunun ormana girmeden önce vadide gördüğümüz “düşmüşüz yavaşça bir sakin derenin içindeymişik, yeşilmişik, sazmışık” derenin sesine hiç benzemediğini anladığımızda, kurtulduk derken battığımızı anlıyoruz. Yeni Türkü’nün kulaklarını çınlatıyorum.
Akutçu arkadaşımız döneceğiz diyor nihayet.
Ama üç kişi bilincini kaybetti. Biri hâlâ ‘ben çıkmam inecem’ diyor. Biri de ölmeye yatıyor. Akutçu arkadaşımız onu sarp yamaçtan zor alıyor, toparlamak için çok çaba harcıyor. Bize de yürüyün diyor. Ama aklım arkada. Bir süre sonra bağırıyorum; ses yok. Yürüsem mi yürümesem mi? İki arada kalıyorum. Tek başıma kaybolmam işten bile değil. Öndekilere bağırıyorum. En azından ses mesafesinde kalalım diye. Sık ormanda göz teması kayboluyor. Nihayet arkadan ses geliyor; devam et Berrin diyor.
Sonradan öğreniyoruz ki biz vadi atlamışız, başka diyarlardaymışız. Aşağısı girilmez çıkılmaz bir kanyonmuş. Köylünün biri ‘ben gider kayıkla alırım’ demiş! Hak ettik! Ama dönmek de zor. Aç susuz o 700 metreyi çıkmak hiç kolay olmayacak. Karanlığa kalmadan ormandan çıkmak zorundayız. Dolunayın ormanda hükmü yok. Son bir saati göz gözü görmez koyu karanlıkta yürüyüp, gece saat dokuz sularında ormandan çıkabiliyoruz. Neyse ki bizi buraya sokan GPS çıkışta işe yarıyor. GPS’in suçu yok elbette…
O üç kişinin azarlamalarına aldırmayıp kalan kuru üzümleri neredeyse ağızlarına tıkacağım, su içireceğim. Bilincini yarı kaybetmiş, sürekli konuşan iki kişiyi enerjinizi harcamayın diye sürekli uyaracağım. Birkaç gün sonra, akılları başlarına geldiğinde özür dileyecekler.
Ölmeye yatan ise konuşmuyor, sürekli ölmeye yatıyor. Ama onlar enerjilerini faydasız yere kullanmışlar. Telefonun çektiği her noktada yakınlarını, Jandarmayı, Akut’u aramışlar. Destek sağlayan arkadaşların telefon numaralarını vermişler. Hem kendilerinin hem de sürekli aranan destek arkadaşlarımızın şarjlarını bitirmişler.
Akutçu arkadaş ‘yok bir şey’ diyerek Akut’tan gelen telefonlara cevap vermek zorunda kalıyor.
Akut, jandarma gelselerdi bile bizi bu ormanda bulmaları uzun saatler alırdı. Ancak ertesi gün bulurlardı. Bulsalar bile bu dik ormanda ne yapabilirlerdi ki. Olsa olsa su yiyecek yardımı, yoldaşlık. Kendimiz çıkmak zorundaydık. Ama arkadaşlarımız sedye, helikopter istemekteydiler. Ormana!
Neyse ki bize destek sağlayan gruptan kopup köye ulaşan o beş kişi vardı. İşler sarpa sarmaya başladığında, onlarla bir süre sonra telefonla iletişim kurabilmiştik. Traktörle bölgeye geliyorlar. Ama ters tarafa, kanyonun karşı tarafına. Rehber iyi anlatmış olsa gerek! Silah atarak yön konusunda yardım etmeye çabaladılar. Ama silah sesi hiç işe yaramadı; sanki her taraftan geliyordu.
Rehberin elinden telefonu alıyorum. Ormana ne taraftan girdiğimizi, kanyonu, güneş ışıklarını ve gölgeleri baz alıp anlatıyorum. Elde başka bir şey yok. Ters tarafta olduklarını anlatmayı becerdik. Rehbere rağmen! Rehber karşıda kaya var diyordu! Biri de ağaç tarifi veriyordu!
Sonunda anlaşabildik. Karşı tepede traktörle bizi beklediklerini söylediler. Ormandan çıkınca traktörün farlarını görmek büyük sevinç oldu. Fenerlerle işaret verdik. Hemen farları yakıp söndürüp cevap verdiler. Ardından iki el silah sesi geldi. Sevinçten atmışlar. Hiçbir şey yapamadan beklemek de kolay değil.
Son kalan şarjlarla iletişim kurabildik. Grup bu noktada bölündü. Ormandan çıkış görülünce; gerilmiş sinirler, yorulmuş bedenler; anlamsız tartışmalar, hesaplaşmalar başladı. Ormandan hep birlikte çıkmayı becermiştik ama gerisini getiremedik. Grubu kurtaran Akut’çu arkadaş artık çok yorgun. Arkayı bırakıp hızla yürümeye başlayınca, eşine beni bekleyin diye sesleniyorum. Eşin cevabı onlarla gelirsin oluyor. Alelacele toparlanıp peşlerine düşüyorum. Geride rehber ve o çok zorlanan iki kişiyi bırakarak. Rehber yine ölmeye yatan kişiyi ikna etmeye çalışıyordu…

Ama artık ben de tükenmiştim. Yine de sürekli arkaya fenerle işaret vermeye çalışıyorum. Öndekileri kaybetsem de korksam da. Arkadakiler ışığı görüp yolu tutturmuşlar.

Bir saat daha yürüyüp traktörle buluştuk. Ama geride bu üç kişi var. Bekledik bekledik. Gelen yok. Telefon çekmiyor. Çekse bile telefonlarının şarjının bittiğini biliyorum. Traktör şoförümüz gidip onları alacağını söylüyor. Pek yola benzemeyen yola gazlıyor.
Sonrasında geride kalan bu arkadaşlardan birinin gruba gönderdiği yazıdan umutsuzluk içerisindeyken traktörün farları görünce neler hissettiğini öğreneceğim: 'hayatımda gördüğüm en güzel manzaralardan birini gördüm. Bir çift traktör farı’
Traktörde su, yiyecek bir şeyler var. Minyon cüsseme rağmen bir litre suyu nefes almaya çabalayarak içiyorum. Daha da içecem ama geride susuz üç kişi var. Domates, peynir, ekmek yiyoruz. Sonra sıra sigaraya geliyor. Paketi ormanda düşürmüştüm. Bizi karşılayan iki arkadaştan, sigara içenden istiyorum. Elindeki yanan sigarasını bana veriyor. Şoförden aldığını sonradan öğreneceğim. O iki kişi, durumun bu kadar vahim olacağını tahmin etmeden üzerlerinde bir tişörtle köyden ayrılıp bizi saatler boyunca beklemişler.
Gece on birdi, traktörün römorkuna sıkış tıkış bindiğimizde. Yorgun, şişmiş bacaklarımızı uzatamıyoruz. Üstüne yokuş aşağı yolda hoplaya zıplaya iniyoruz. Ön taraftakiler, üzerimize kayanlarla iyice sıkışıyoruz. Rehber ve o üç kişi uyuyor, kendilerini salıyor. Yol iki saate yakın sürüyor.

Tozlu yollarda toza bulanmış durumda, saat bire doğru köye ulaşıyoruz. Köy ayakta, ayakta duramayan bizlere yardım için çabalıyorlar. Farkında bile değilim; gözlüğüm toz içinde. Her tarafım toz içinde. Herkes toz içinde. Traktör yolculuğundan dolayı toza batmış görüntümüz durumu iyice dramatik hâle getiriyor. Biri fotoğrafımı çekmek için izin istiyor. Bir daha böyle bir görüntü yakalayamam diyor. Son gücümle yarım yamalak gülümseyip poz veriyorum.

Köyde bizi bekleyen grup arkadaşlarımızdan iki kız gözleri endişeden kararmış, koşup bizi temizlemeye çalışıyorlar. Kuyruğu dik tutsam da bitmişim tükenmişim. Kendimi yardıma koşan insanlara bırakıyorum. Çeşmeyi bulup azıcık temizleniyorum. Dünyayı görmeye başlıyorum.
Hemen bize yemek yediriyorlar. Çok geçmeden, olsun olsun yarım saat sonra kendimizi toparlıyoruz. Hatta traktördeki domatesler çok lezzetli diye gecenin ikisinde manavı alışveriş için açtırıyoruz. Ama heyhat! Eve döndükten sonra zevkle dişlediğim domatesler markettekiler kadar tatsız çıkacak.

Köylüler bize sahip çıkmaya devam ediyor; tuvalet için yanlış adım attığımı görür görmez beni yönlendiriyorlar. Bir de beni unutup yola çıkmaları! Köylüler aracı durduruyor.
GPS nedir bilmeden kullanan, kuş uçuşu bakan mühendis rehber sayesinde tavuk gibi kaldık. Kafası kesilmiş tavuk gibi… Topografya nedir bilmeyen rehber!

İyi bir tecrübe yaşadık. Herkes kendini iyisinden test etti. Rehber hariç… Rehber ertesi sene, beni Mayıs ayında zirve çıkışına çağırıyor. Gidecek iki kişi de ısrar ediyor. Soruyorum kar buz var mıdır diye. Yoktur, erimiştir diyorlar. Gider miyim. Gitmiyorum. Üç kişi gidiyorlar. Kazmasız, kramponsuz. Rehber buzda düşüyor. Aşağıda kamp yapmış doktor grup kurtarıyor. Helikopterle hastaneye yetiştiriyorlar. El ayak tırnakları dökülmüş, ayakları kırılmış. Yukarda ki iki kişi 150 metreyi ancak iki saatte inebilmişler.
Bir kış yürüyüşünde de ölümden dönecekler. Hastanelik olacaklar. Yükselen ayı kurtarmaya gelen aracın farları sanıp işaret fişeği atmışlar… Daha öncesi de varmış. Antakya dağlarında kaybolmuşlar. Asker, terörist olabilirler diye kurtarma konusunda çok temkinli davranmış. Konumlarını anlatmaya çalışırken tepemizde ay var, ayın önünde bulut var demiş rehberin eşi…
Not: Yıldız Teknik Üniversitesi Dağcılık Kulübü’ne teşekkürler. Orada iyi eğitildim.


Kaynak : http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/dagda-kaybolmanin-kolay-yollari-13958
« Son Düzenleme: 04 Temmuz 2013, 18:04:46 Gönderen: GeZGiN »

Tags: